Sihirli formüllerin illüzyonu mu, “gerçekçi iyimserlik” mi?
Motivasyon videoları, sihirli formüller ve manifesting gerçekten işe yarıyor olabilir mi? Sosyal medyada bu konularda neden bu kadar çok içerik var, bunlar bizi nasıl etkiliyor olabilir?
*Bu röportajı, Vogue Şubat 2025 sayısı için Ceren Çıplak Drilatt ile gerçekleştirdik. Özetle “gerçekçi iyimserlik” tabiri benim çok sevdiğim bir tabir ve sağlıklı bir gelişim aslında bununla mümkün. Daha fazla okumak isterseniz, sihirli formüller yerine gerçekçi iyimserliği konuştuk.
Sosyal medyada sıkça karşılaştığımız kısa motivasyon reels videolarında mutlu ve başarılı olmak konusunda belli kalıplar var. Mesela, “Şu 5 şeyi yap, başarılı ol”, “Mutlu olmak için bu 3 şeyi sakın yapma!”, “Stresle başa çıkmanın 10 yolu” gibi formüller sunuluyor. Başarılı ya da mutlu olmak için bu tip “sihirli formüller” mümkün mü?
Evet hepimizin önüne sıkça düşen bu tip videolar insanlara çekici geliyor çünkü öncelikle zaten ilgimizi çekmek için tasarlanıyor.
Yani bu tip videoların çoğunun amacı öncelikle yardımcı olmak, doğru bilgiyi sunmak, bize faydalı olmak değil o videoların farkedilmesi, ilginç çekmesi ve beğenilmesi. Onun için de hook (kanca) tabir edilen çeşitli sosyal medya dikkat çekme teknikleri ile hazırlanan bu videolar iddialı ve kesin reçeteler sunuyor.
Hepimiz çözüm istiyoruz, canımızı sıkan durumları en kısa sürede çözmek istiyoruz. Bunun için de, kesin reçeteler sunan, dikkat çekici ve kolay tüketilen bu tür videolara yöneliyoruz. Ancak bu tür formüller, aşırı basitleştirilmiş ve genelleştirilmiş öneriler içerir; bireyin kişisel geçmişini, koşullarını, psikolojik dinamiklerini ve içinde bulunduğu sosyal yapıyı göz ardı eder.
İnsanların sorunları karmaşık ve katmanlıdır. Bu tür kısa videolardan elde edemeyeceğimiz en önemli şey, perspektif değişiklikleri ve beceri gelişimidir. Ayrıca, mutluluk ve başarı gibi kavramlar kişiden kişiye değişir. Bu nedenle, herkes için geçerli olacak sihirli bir formülden söz etmek mümkün değildir.
Bu formüller, genelleştirilmiş önerilerle bireyin kendi dinamiklerini göz ardı ediyor olabilir mi? Kişiye özel olmayan bu tip kısa vadeli çözümler, bireyin gerçek hayattaki mücadeleleriyle ne kadar örtüşüyor?
Tabii ki, bu tür videolar kişisel dinamikleri, bireyin yaşam deneyimlerini ve ihtiyaçlarını göz önüne almadan hazırlandıkları için genellikle yüzeysel ve etkisiz çözümler sunar.
Örneğin, iş yerinde zorlanma konusunu ele alalım. Bir kişinin iş yerinde zorlanması, yöneticilerinin ve iş ortamının yarattığı sorunlardan kaynaklanabilir. Bir başka kişi, başarısızlık ve yetersizlik hissi nedeniyle zorlanabilir. Bir diğeri ise sınır koymada ve kendini ortaya koymada sıkıntı yaşıyor olabilir. Yani semptom aynıdır; örneğin, "İş yerinde gerginim" ya da "İş toplantılarında çabuk öfkeleniyorum, tahammülsüzüm" gibi bir şikayetle gelebilir kişi. Ancak bunlar sadece semptomlar, yani sonuçlardır. Biraz derine inildiğinde, herkesin gerginlik, öfke ya da tahammülsüzlük gibi sorunlarının altında bambaşka sebeplerin yattığı görülür. Mizaç, öğrenilmiş şemalar, başa çıkma modları, ara ve kök inançlar kişiden kişiye farklılık gösterir.
Gerçek hayattaki karmaşık mücadelelere ve bireylerin çok katmanlı dinamiklerine bu tür tek tip öneriler cevap veremez. Hatta kişiyi, yüzleşmekte olduğu sorunlar karşısında daha da yalnız hissettirebilir.
Yine çokça karşımıza çıkan “manifesting” yapmak nedir? “Önce hayal et, sonra öyleymiş gibi davran” gibi öneriler bu kapsamda ne anlama geliyor? Bunların bireysel etkileri ve sınırları nelerdir?
Bu oldukça ilginç bir konu. Şimdi öncelikle popüler kullanımda “manifesting”, kişinin arzularını gerçekleştirmek için onları hayal etmesi ve gerçekleşmiş gibi davranmasını ifade ediyor. Yani mesela araba sahibi olmak istiyorsan kendini arabaya gerçekten sahibi olmuş gibi hayal edip, mesela olmayan arabanıza araba kokusu almak bir manifesting hareketi olabilir.
Burada her şeyden önce majik, yani sihirli düşünce dediğimiz durum var; yani, düşüncelerin gerçeği etkileyebileceğine dair bir inanç. Ancak düşünürseniz, bu yeni bir şey değil. İnsan, var olduğu sürece belirsizlik, kaygı, istek ve arzularıyla başa çıkabilmek için majik düşünceye başvurmuştur. Dini inançların, ritüellerin ve batıl inançların kökeninde de benzer majik düşünce izleri bulunur.
Son dönemde bazı bilimsel kavramlarla, en sık kullanılan da “kuantum” kelimesi olmak üzere, majik düşüncelere değişmez nesnel gerçeklermiş gibi bir anlam yükleniyor ya da bu düşüncelere bilimsel bir taraf verilmeye çalışılıyor. Bu durum, pseudoscience, yani sözde bilim olarak adlandırılır.
Aslında buna hiç gerek yok; majik düşünceler, inanç ile ilgili bir durumdur. Bu, insani bir olgudur ve pek çok insanın bu tür inançları vardır. Hatta bir dereceye kadar koruyucu olduğunu bile söyleyebiliriz. İnsana umut verir, pozitif düşünceyi teşvik edebilir ve kendini gerçekleştiren kehanet fenomeni dediğimiz süreci destekleyebilir—yani, kişinin inandığı sonuca ulaşmak için daha fazla çaba göstermesine neden olabilir.
Ancak, aşırıya kaçıldığında gerçeklikten kopmaya veya kişinin eyleme geçmesini engellemeye yol açabilir. Gerçekçi bir çerçevede ele alındığında motivasyonu artırabilir; ancak, yalnızca hayal etmek yeterli değildir—eylem de gerekir.
“Yeter ki iste”, “İnanırsan olur”, “Olumlama yap” gibi inanç yöntemleri gerçekten ne kadar işe yarıyor? Bu tür olumlu düşünme tavsiyeleri, bireyin yaşamına nasıl bir katkı sağlıyor veya hangi durumlarda etkisiz kalıyor?
“Kendini gerçekleştiren kehanet” dediğimiz bir fenomen var. Bununla ilgili oldukça ilginç bir sosyal deney bulunuyor. Bir grup öğretmene, “Sınıfınızda bazı değerlendirmeler ve testler yaptık; sınıfınızdaki bazı çocuklar üstün yetenekli ve yıl sonunda onlardan çok daha yüksek başarılar bekliyoruz” denir. Gerçekten de yıl sonunda bu çocuklar, diğer akranlarına göre daha başarılı olur.
Ancak, gerçekte hiçbir değerlendirme veya test yapılmamıştır ve bu çocukların belirlenmiş özel bir yeteneği yoktur. Deneyi gerçekleştiren bilim insanları aslında başka bir şeyi gözlemlemektedir. Üstün yetenekleri olduğuna inanılan çocuklar, daha fazla çaba gösterirken, asıl önemli nokta öğretmenlerin bu çocuklara daha fazla zaman ayırması, onlarla daha fazla ilgilenmesi ve sorularını daha sık yanıtlamasıdır.
Bu fenomen, insan zihninin çalışma biçimiyle ilgilidir. Eğer bazı inanışlarımız varsa ve bunlarla hizalanmış eylemlerimiz de söz konusuysa, gerçekten de inandığımız şeylere ulaşma ihtimalimiz çok artar. Ancak buradaki kilit unsur hizalı eylemdir.
Yani, “Yeter ki iste”, “İnanırsan olur” gibi olumlu düşünce yaklaşımları kendi başına yeterli değildir. Bazı bireylerde motivasyonu artırabilir ve isteklerle hizalanmış doğru eylemleri tetikleyebilir. Ancak, bu tür yöntemler gerçekçi olmayan beklentilere yol açabilir ve başarısızlık durumunda kişinin kendisini suçlamasına neden olabilir. Olumlu düşünceler, ancak eylem ve gerçekçi hedeflerle desteklendiğinde etkili olur.
Bu “olumlu” tavsiyelerden yola çıkarak iyimser bakış açısını da ele alabiliriz. İyimser olmak mı, gerçekçi olmak mı, yoksa gerçekçi bir iyimserlik mi bize daha çok fayda sağlar?
Çok sevdiğim bir deyiş var:
Hayatta en başarılı insanlar içine bir tutam optimizm katılmış realistlerdir.
Gerçekten de düşünürsek sürdürülebilir bir psikolojik dayanıklılık için “gerçekçi iyimserlik“ en faydalı yaklaşımdır. Bu, kişinin zorlukları görmezden gelmeden, çözüm odaklı bir bakış açısıyla hareket etmesini sağlar. Sadece iyimser olmak, gerçekliği göz ardı etmeye; sadece gerçekçi olmak ise karamsarlığa neden olabilir. Dış ve iç gerçeklerin farkında olarak, bizim için anlamlı ve haz verici olan eylemlere yönelerek umutla ilerlemek olabilecek en garantili reçete aslında – tabi garanti diye bir şeyden bahsetmek her zaman bir oksimorondur.
Sosyal medyada sunulan “mükemmel yaşam formülleri”, gerçekçi bir iyimserlik yaklaşımıyla ne kadar çelişiyor? Gerçekçi bir iyimserlik bize daha sürdürülebilir bir fayda sağlayabilir mi?
Sosyal medyada sıklıkla karşılaştığımız “mükemmel yaşam formülleri”, genellikle erişilemez, gerçekçi olmayan ve sürdürülemeyen beklentiler yaratıyor. Hayatın doğal akışındaki zorlukları göz ardı eden, herkesin yaşadığı sıkıntıları önemsizleştiren ve bazı şeylere çok kolay ulaşılabilirmiş gibi gösteren bu durum, bireylerin kendilerini yetersiz hissetmesine ve sürekli bir "ideal yaşam" arayışı içinde olmalarına yol açabiliyor.
Oysa ideal diye bir şey yoktur. Önemli olan, kişinin kendi hayat gerçeklerine, anlamlı bulduğu değerlere ve amaçlarına uygun bir yaşam sürmesidir.
Sosyal medya bir illüzyondur. Bu illüzyona göre kendimizi hizalamaya çalıştıkça, aradaki mesafe ne kadar büyükse o kadar mutsuz hissederiz. Oysa anlamlı bir iyimserlik, psikolojik sermayemizi artıran ve hayatın olumlu-olumsuz yönlerini dengeli bir şekilde görmemizi sağlayan bir kapasitedir.
Bu yaklaşım yalnızca başarıya değil, başarısızlık anlarına da yer vererek sürdürülebilir bir psikolojik dayanıklılık sağlar. Çünkü gerçekçi bir iyimserlik, yaşamın mükemmel olmadığını kabul eder ve bu kabulle ilerler.
Aslında hayat da böyledir—olumlu ve olumsuz, acı ve tatlı pek çok şey bir arada bulunur. Sağlıklı bir yetişkinlik hali, bu gerçeği kabul etmekten geçer.
Sosyal medyada dayatılan mükemmellik algısı geçici ve yanıltıcı, çocuksu bir bakış açısı. Bu da bizi yine tıpkı bir çocuk gibi öfkelendirebilir, üzebilir, haset, kıskançlık, öfke, üzüntü gibi zorlandığımız duyguları arttırabilir.
Halbuki bu iliüzyonun bilincinde olmak bu duygulara kapılmamızı da engeller ya da kapıldığımız zaman da daha iyi başa çıkmamızı sağlar.
Sosyal medya iliüzyonu hepimizi etkiliyor ne yazık ki en sağlıklı yetişkin modundaki insan bile böyle bir iliüzyon bombardımanı altında gerçekliğini kaybedebilir. Sosyal medyadan gelen "mükemmel yaşam" mesajlarına karşı, insan olmanın doğal eksikliklerini kucaklayan bir bakış açısı her zaman daha sürdürülebilir olandır. Okuyucuların şuna odaklanması yardımcı olabilir: Benim içim önemli olan, anlamlı olan, değerli olan ne. Değerler kutup yıldızı gibidir, kaybolduğumuzda, zorlandığımızda yolumuza ışık tutar.
Sürekli olumlu cümle kurma veya pozitif kalma baskısı, aslında bir tür kendimize yüklenmek değil midir? Bu tür bir baskı, bireyin kendi gerçek duygularıyla yüzleşmesini engelleyebilir mi? Olumlu düşünce, ne zaman destek aracı olmaktan çıkar?
Sürekli olumlu düşünme veya pozitif kalma baskısı, bireyin gerçek duygularını bastırmasına neden olabilir. Bu durum, bahsettiğim majik düşünce ile de bağlantılıdır. Yani, "Olumlu düşünelim ki olumlu olsun, olumsuzu çağırmayalım" şeklinde bir inanış söz konusudur.
Şimdi bunun bir dereceye kadar doğru olduğunu söyleyebiliriz. Ne demek istiyorum: Eğer sürekli olumsuz düşünür, olumsuz konuşursanız gerçekten de bedeninizde ve zihninizde, sinir sisteminizde bu olumsuz düşüncelerin ve konuşmaların çağrıştırdığı duygular ve bir dizi oksidatif stres belirtileri ortaya çıkar. Beden ne gerçek ne değil bilemez, olumsuz düşünürseniz zihnin duygu ve hafza merkezleri bu düşüncelerle ilgili anı ve gelecek düşüncelerini tekrar yaşantılayarak çeşitli kimyasallar üretir – bunu bilimsel olarak biliyoruz. Bunun sonucunda da kendimizi daha çökkün, çaresiz hissederiz, zihnimizin yaratıcı ve problem çözücü kısımlarının kapasitesi azalır. Stres yaratıcılığı kapatır. O zaman da eyleme geçemeyiz… Yine eyleme geldik. Eylemsiz sonuç olmaz çünkü. Ama diyelim kişi dengeli bir olumlu düşünce ve olumlu şeyler hissedecek eylemler yapma halinde. O zaman da olumlu düşünceler ve duyguların tetiklediği olumlu sinir sistemi – beden duyumları bizi daha canlı, aktif, yaratıcı, problem çözücü yapacaktır.
Bunu siz de deneyebilirsiniz:
Şu anda, güneşli ve ılık bir günde, güzel çiçek kokularının yayıldığı bir bahçede olduğunuzu hayal edin... Yüzünüze güneşin ısısı vuruyor, çiçek kokusunu alıyor, belki kuş seslerini duyuyorsunuz. Bu kısa imgeleme bile bedende olumlu hisler ve bir rahatlama yaratır. Bunun sonucunda daha canlı ve iyimser hisseder, eylemlerinizi daha olumlu bir şekilde hizalarsınız. Canlı olmalıyız ki eyleme geçip sonuç alalım.
Ancak, zoraki bir "hep olumlu olalım" hali, kişinin duygularını ve duyumlarını bastırmasına neden olabilir. Bu durum, uzun vadede duygusal birikimlere ve psikolojik zorlanmalara yol açabilir. Bu yüzden, olumsuz duyguları fark etmek, isimlendirmek, konuşarak ya da hareket ederek işlemek ve ardından olumlu olana yönelmek en sağlıklı stratejidir.
Yani, olumsuzu fark et, isimlendir, işle, yumuşat; olumlu olanı fark et ve büyüt. Ve en önemlisi, bu ikisinin her zaman bir arada olduğunu anla. Bu, duygusal işleme stratejimizdir—terapide bunu danışana öğretir ve birlikte uygularız.
Bu tür aforizma tarzı reels videolar, bize zayıf bilgiler veren zararsız içerikler midir yoksa bir süre sonra zararlı hale mi gelir? Bu içerikler önce bireye “muhteşem ol”, “her an parla” gibi bir baskı yaratıp ardından yetersizlik ve suçluluk duyguları mı yüklüyor? Sizce bu döngü nasıl işliyor?
Psikolojik konulara ve kişisel gelişime olan ilginin artması, bu alandaki okuryazarlığın çoğalması ve farkındalığın gelişmesi aslında olumlu bir şey. Ancak, her konuda olduğu gibi, "Bir konuyu basitleştirelim, tek bir paylaşımda anlatalım, 50 saniyede özetleyelim" gibi yaklaşımlar, yararlı bir şeyi bile zararlı hale getirebilir.
Bir de, çoğu sosyal medya hesabının öncelikli amacı bilgi vermekten çok beğeni almak, takipçi kazanmak ve buradan maddi kazanç elde etmek. Bu nedenle, takip ettiğimiz hesapları dikkatli seçmek önemli.
"Sen yaparsın!", "İyisin!", "Mükemmel ol!", "Parla!", "Pes etme!" gibi içerikler başta motive edici görünebilir. Ancak, bir süre sonra "her an mükemmel olmalıyım" baskısı yaratabilir. Eğer kişinin zaten kusurluluk, yetersizlik, sevilmezlik, sosyal izolasyon gibi şemaları varsa, bu tür içerikler onları daha da tetikleyebilir.
Kişi her zaman kendini iyi hissetmez, hissedemez, hissetmemeli. Bu tip sloganlarla dayatılan baskıcı içerikler, kişinin öfkelenmesine, gerçeklikle uyumsuz olduğu için karamsar veya alaycı bir tutum geliştirmesine neden olabilir. Ayrıca, geride kalma korkusu (FOMO - Fear of Missing Out) hissini de tetikleyebilir.
Düşünürsek eğer insan beyni ve psişesi dünyadaki milyonlarca insanın sürekli neyi nasıl yaptığını takip etmek üzere evrilmedi. Ama şu anda ben sosyal medyada Amerika’da bir kadın, Singapur’da bir adam, ya da normalde asla kim olduğunu bile bilmeyeceğim bir insanın hayatını izleyebiliyor, yazdığı, paylaştığı şeylerden bir referans alıyorum. Bu bireyde yetersizlik ve suçluluk duygularına yol açabilir.
Kısa ve genelleştirilmiş motivasyon formülleri, bireyin gerçek ihtiyaçları ve mücadeleleriyle örtüşmediğinde zarar verici olabilir, başkalarının hayatlarının gerçekleri benim için referans olamaz. Maalesef sosyal medya sağlıklı bir gıpta – özenme hali değil, sınırsız bir aç gözlülüğü körüklüyor.
“Aşırı tüketim çağında maksimum ile minimum bir arada” ifadesiyle ne anlatılmak isteniyor? Bu denge sosyal medya içerikleriyle nasıl bağlantılı olabilir?
“Aşırı tüketim çağında maksimum ile minimum bir arada” ifadesini ilk defa duydum; daha önce karşılaşmamıştım. Bana bir çelişkiyi ifade ediyor gibi geldi.
Bazı popüler akımlar da bu çelişkinin bir yansıması değil mi? Örneğin, “çabasız şıklık”, “sessiz lüks”, “no make-up make-up”... Aslında kişi saatlerce zaman harcıyor o çabasız şıklık için, sessiz lüks için küçük servetler harcanıyor, makyajsız bir görünüm elde etmek için onlarca malzeme kullanılıyor. Bireyler, mükemmel ve ideal bir yaşam sürmeye çalışırken, aynı zamanda bunu sanki çabasız ve kolayca yapıyormuş gibi görünme arzusu taşıyorlar. Bu durum, bireylerin toplumsal onay ve kabul görme isteklerini tatmin etmek için çelişkili bir çaba içinde olduklarını gösteriyor.
Bireyler, çevrelerine "ideal yaşamı" sürüyormuş gibi görünme baskısı hissediyor. “Kusursuz olmak zorundayım ama bunu hiç çaba harcamadan yapıyorum” mesajını vermek üzerine kurulu bir sistem bu. Çünkü "çok uğraşıyorum" derse, o illüzyon bozulacak. Bu da tüketimi destekleyen bir durum. Tüketim çağında, bu tür akımlar bireylere "eğer yeterince harcarsanız ve doğru ürünleri seçerseniz, hayal ettiğiniz doğal ve kusursuz görünüme ulaşabilirsiniz" vaadini sunuyor. Hepimiz sürekli o mükemmel ürünlerin peşindeyiz.
Bütün bunların temelinde ise şu var: Hepimiz sosyal medyada kendi imajımızı yönetmeye çalışıyoruz. Bunu sosyal kabul ve beğeni için yapıyoruz. Bu da aslında oldukça tüketici bir süreç; sürekli tetikte kalmamıza neden oluyor.
Sadece mükemmel olmak yeterli değil; "çabasız mükemmeliyet" olmalı. Bu ise, aslında bir hamsterın tekerleği çevirmesi gibi bir durum—asla kazanamayacağımız bir mücadele.
Sosyal medyada sıkça karşılaştığımız “önemlisin”, “değerlisin”, “iyi hissetmiyorsan görüşme”, “toksik ilişkide olduğunu anlamanın yolları” gibi mesajlar, bireylere sağlıklı bir özgüven mi aşılıyor, yoksa toksik bir ego mu yaratıyor?
Sağlıklı bir özgüvene sahip olmak, bireyin kendini yetkin ve becerikli hissetmesi açısından büyük önem taşır. Başarı, yalnızca sahip olunan becerilere dayanmaz; aynı zamanda bu becerilere duyulan güçlü bir inanç da gerektirir. İnsan, kendine olan güveniyle birlikte sahip olduğu yetenekleri daha etkili bir şekilde kullanabilir. Bu da hem kendini iyi hissetmesini hem de daha başarılı olmasını sağlar.
Bu nedenle, hepimizin zaman zaman "Önemlisin", "Değerlisin" gibi mesajlar duyması ve zorlandığımız anlarda bunları hatırlaması faydalıdır. Ancak, bu mesajlar aşırıya kaçtığında bireylerde gerçeklikten kopuk bir algıya yol açabilir.
Sosyal medyada sıkça karşılaştığımız "toksik ilişki şöyledir", "duygu vampirleri böyledir", "narsist sana şunu yapar" gibi ifadeler, genellikle ötekine suç yükleyen ve durumu dışsallaştıran mesajlar içerir. Bu da dengesiz bir düşünce biçimi yaratır: "O kötü, ben iyiyim", "O değersiz, ben değerliyim", "O önemsiz, ben önemliyim"... Bu tür kategorik, siyah-beyaz düşünme kalıpları, hepimizin insan olduğunu ve herkesin kendi dengesini bulmaya çalıştığını unutturabiliyor.
Sağlıklı bir öz-değer ve özgüven anlayışı, ne kendimizi tamamen yüceltmeyi ne de sürekli küçümsemeyi gerektirir. İnsan olmak, bu dengenin her iki ucunu da keşfetmek ve nihayetinde orta bir yol bulmaktır. Herkesin zorlukları ve büyüme süreçleri vardır; kimse tamamen "mükemmel" ya da tamamen "kötü" değildir. Sağlıklı ilişkiler ve dengeli bir öz-değer için, bu karmaşık gerçeği kabul etmek önemlidir.
Bu yüzden, hem kendimizi hem de diğerlerini anlamaya yönelik şefkatli bir yaklaşım benimsemek,daha dengeli bir zihinsel alan yaratmak kıymetlidir.
Sosyal medya algoritmalarının özellikle kaygı ve öfke uyandıran içerikleri öne çıkardığı belirtiliyor. Bu algoritmalar, bireyin dikkatini manipüle ederek olumsuz bir döngüyü tetikliyor mu? Zihnimiz zaten olumsuz duygulara kapılmaya yatkınken, dikkatimizi bizim için faydalı ve önemli olana nasıl çevirebiliriz?
Sosyal medya algoritmaları, tamamen kullanıcıların davranışlarını manipüle etmek üzerine inşa edilmiştir. Bu manipülasyonu gerçekleştirmek için ise insan doğasının temel eğilimlerinden yararlanılır: tehlikeden kaçma ve hazza yönelme. Bu doğrultuda, sosyal medyada karşımıza çıkan içerikler iki temel stratejiyle hazırlanır.
Bir yanda, korku, öfke veya endişe gibi olumsuz duyguları tetikleyen içerikler bulunur.
Diğer yanda, anlık iyi hissettirme ve kısa süreli dopamin patlamaları sağlayan haz odaklı içerikler yer alır.
Bu tür içerikler, beyin kimyamızda dengesizliklere yol açabilir. Örneğin, sürekli bir tehdit veya öfke hissiyle karşı karşıya kalmak, stres hormonlarının aşırı salgılanmasına neden olurken, hazza dayalı içerikler bağımlılık yapıcı bir döngü yaratabilir.
Zamanla, bu süreçler yalnızca kimyasal değil, davranışsal olarak da olumsuz etkiler yaratır. Daha fazla içerik tüketme, gerçek hayattan kopma ve dikkat dağınıklığı gibi sorunlar baş gösterebilir.
Sonuç olarak, sosyal medya platformlarının stratejileri, kullanıcıların hem psikolojik hem de biyolojik mekanizmalarını hedef alarak onları bir döngü içinde tutmayı amaçlar, çünkü sosyal medya sisteminde kalmamızı ve etkileşimin devam etmesini istiyorlar.
Böyle bir durumda yapmamız gereken en önemli şey kendi döngülerimizin farkına varmak, duygu - düşünce - duyumların bizi nasıl etkilediğini farketmek ve kendimiz için iyi seçimler yapabilmek için çözümler bulmaya yönelmek. Instagramda, Linkedinde veya başka bir yerde bizi tetikleyen bir içerik olduğu zaman bunu farkedebilmek değerli. Mindfulness ve dijital detoks gibi yöntemler bu konuda destek sağlayabilir.
Bu kısa motivasyon videoları neden bu kadar popüler? İnsanlar en iyi versiyonlarını yakalama arayışında mı? Bu arayış bireysel gelişim için olumlu bir adım mı, yoksa toplumun dayattığı bir baskının sonucu mu?
Hepimiz bir şekilde acı çekiyoruz ve bu acıyı azaltmanın yollarını arıyoruz. Daha ideal bir hayata sahip olursak sıkıntılarımızın sona ereceğine inanıyoruz. Bu nedenle, kesin çözümler ve reçeteler arayışına giriyoruz. Sosyal medyada karşımıza çıkan bu tür videolar, insanların "en iyi versiyonlarına" ulaşma çabasını hedef alıyor ve bu çabanın ardındaki acıyı sömürüyor.
Ancak, bu sürekli arayış ve "daha iyi" olma baskısı, bireysel gelişimden çok toplumsal normların ve beklentilerin bir yansıması olabilir. Gerçek bir gelişim ve iyilik hali için, bireylerin bu içeriklere eleştirel bir gözle yaklaşması ve kendi ihtiyaçlarına uygun olanı seçmesi gerekir.
Tabii ki herkes gelişmek, serpilmek, büyümek ve kendisi için anlamlı bir hayat yaşamak ister. Ancak, sosyal medyada sunulan "idealler", herkes için geçerli bir mutluluk reçetesi değildir—bunların hepsi bir illüzyon, bir reklamdır. Sosyal medya, gerçeklik algısını bozarak sanki bu ideallere erişilebilirmişiz gibi bir yanılgı yaratan bir hayal satıyor.
Son olarak, sosyal medyada karşımıza çıkan hızlı ve yoğun içerikler karşısında zihinsel sağlığımızı korumak için nasıl bir tutum sergilemeliyiz? Eğer motivasyona ihtiyaç duyuyorsak, bunu sağlıklı bir şekilde nasıl elde edebiliriz?
Öncelikle, hangi hesapları takip ettiğinizi gözden geçirmek iyi bir fikir olabilir. Çok kısa, çok hızlı ve provokatif paylaşımlar yapan, "hook" (kanca) gibi dikkat çekme tekniklerini kullanarak sizi sistemde tutmaya çalışan hesaplar, büyük ihtimalle iyiliğinizi düşünmüyordur.
Sosyal medyayı da dijital farkındalık ile kullanmak gerekir. Her gördüğümüz şey gerçek değildir ve her hesabın bir varlık amacı vardır—bunu unutmamak önemlidir. Sosyal medyanın bir eğlence aracı olduğunu fark etmek, onun üzerimizde nasıl bir etkisi olduğunu anlamamıza yardımcı olabilir.
Kendi dinamiklerimizi anlamak, duygularımızla yüzleşmek ve gerektiğinde profesyonel destek almak da büyük önem taşır.
Sonuç olarak, motivasyon ihtiyacını sosyal medyadan da karşılayabiliriz ve bu her zaman kötü bir şey değildir. Ancak, her alanda olduğu gibi bu konuda da farkındalık ve dengeyi korumak önemlidir.
Röportaj gayet güzelmiş, sorularda. Cevapları okurken bu bilgileri gerçek hayatta pratik edince Budha’nın söz ettiği ıstırabı sonlandırmak gerçek oluyor. Dediğiniz gibi farkındalık büyük etken. Cevaplar müthiş. Ve maalesef dergide söz ettiğiniz hook ile dikkat çekmek istemişler ama fotoğraf çok yüzeysel. Oysa içerik muhteşem. Teşekkürler her şeyi net ve basit herkesin anlayacağı şekilde ifade etmişsiniz.